İçimizdeki Öğretmeni Ne Kadar Tanıyoruz?
Zeynep B. Erdiller Yatmaz
“Gözlerimizin gördüğünün doğru olduğuna inanarak geziniriz. Aslında, gerçek olan, her birimizin gördüğünü kendine göre anlamlandırdığıdır.“
Donald Hoffman
Okulöncesi öğretmeni olmak belki uzun yıllardır hayalini kurup, planlamış olduğunuz; belki bir tesadüf eseri kendinizi içinde bulduğunuz; belki de çevreniz tarafından sizin için en uygunu olduğuna yönlendirildiğiniz bir tercih olabilir. Tercihinizin altında yatan sebeplerler ne olursa olsun, öğretmenin ve öğretmenliğin her birimizin belki de en iyi bildiği, ancak ne bildiği üzerinde fazlaca düşünmediği ve kişiden kişiye değişebilen kavramlar olduğunu söyleyebiliriz.
Çocukluk yıllarımızdan itibaren her birimizin hayatında öğretmenler olmuştur ve çocukken sahip olduğumuz gözlem yeteneklerimizin de gücüyle belki de en çok gözlemlediğimiz meslek grubunun başında öğretmenler gelmektedir. Diğer taraftan kendi gözlemlerimiz yanında hayatımızdaki yetişkinlerden öğretmenin neleri yapabileceği, öğretmene nasıl davranılacağı konusunda doğrudan veya dolaylı bilgilendirmeler de içimizdeki öğretmenin oluşumuna ve gelişimine katkıda bulunmuştur. Eğitim hayatımız boyunca hayatımıza giren her yeni öğretmenle, öğretmen kimdir, öğretmen nasıl davranır, gibi sorulara yeni cevaplar bulma, varolan cevaplarımızı güncelleme şansına sahip olmuş bireyler olduğumuz düşünülürse, yüzlerce saatlik gözlemlerimiz sonucunda öğretmenliğe adım atmadan önce içimizde birer öğretmenin olduğu yadsınamaz. Halihazırda sahip olduğumuz bu öğretmen kavramını, şekillendirmek ve değiştirmek meslek tercihimiz sonrasında aldığımız eğitime ama en çok da birey olarak bizlere düşmektedir. Zira lise ve hatta üniversitede düzeyinde öğretmenlik eğitimi boyunca üzerinde en çok durulan konular alan bilgisi ve yöntemler olup, bu eğitimler kişinin içinde var olduğundan haberdar bile olmayabileceği öğretmene dair derinlemesine düşünmesine imkan verecek ve yol açacak bir bakış açısına sahip değildir. Okulöncesi öğretmenliği için alan bilgisi; çocuk gelişimi, eğitim programı, materyal ve malzeme geliştirme, müfredat alanları- fen, matematik, sosyal bilimler, sanat vb, çocukla iletişim ve rehberlik, aie eğitimi ve eşdeğer öneme sahip birçok konu elbetteki öğretmenlik eğitiminin temel taşları olmalıdır. Ancak öğretmenlik ya da daha önemlisi okulöncesi öğretmenliği sadece bu bilgilerin kazanımı ile gerçekleşebilecek ve başarılı olunabilecek bir meslek değildir. Öğretmen adayının ve hatta sonrasında öğretmenin her yeni çocukla, her yeni durumla birlikte sorgulama içine girmesi ve en başta kendisi düşüncelerine, doğrularına ve yargılarına dair derinlemesine düşünmesi gerekmektedir. Bu açılardan bakıldığında okulöncesi öğretmenliği en zor ve en zahmetli mesleklerin başında gelmektedir.
Diğer taraftan okulöncesi öğretmenlerinin çalıştığı grup olan çocukları düşünecek olursak aynı durum çocuklar ve çocukluk için de geçerlidir. Çocuklarla birlikte çalışalım ya da çalışmayalım, her birimizin kafasında çocuğun kim olduğu, neleri yapabileceği, neleri yapması ve yapmaması gerektiği, hatta neleri, neden yaptığına dair birçok varsayım, yargı ve çıkarım olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki bu düşüncelerimizde ve tutumumuzda yalnız olmadığımızı, bu düşüncelerin bize yüzyıllar boyunca aktarılmış bir miras olduğunu bilmeliyiz. Çocuk ve çocukluğa dair görüş ve düşünceler tarihsel ve sosyokültürel olarak farklılık göstermiş olsa da çocukluk hep yetişkinlerin tanımlamalarıyla ve çocuk-yetişkin dikotomisi çerçevesinde ele alınmaktadır. Diğer bir deyişle çocuğun kim olduğu yetişkinler tarafından anlatılmakta ve çocuğun yapabildikleri yetişkinlerin yapabildiklerine veya yapamadıklarına göre değerlendirilmektedir. Bu bakış açısı doğrultusunda tarih boyunca çocuk, (yetişkinlere göre) daha az gelişmiş, bakıma muhtaç, yetişkin kontrol veya yönlendirmesine muhtaç, masumiyet sahibi, yetişkinliğe hazırlık ve geçiş sürecinde bir varlık olarak algılanmış ve daha da önemlisi çocuğa bu doğrultuda davranılmıştır. Tarihte bir yolculuk yapacak olsak, bu gibi görüşlerin kaynağı olarak çocuğun doğasının birçok düşünür, eğitimci ve bilim insanı tarafından en çok yazılmış ve tartışılmış konu olduğunu görebiliriz (Plato, Martin Luther, John Calvin, Immanuel Kant, Rousseau, Comenius, Aristo, Gazali, Aquinas,Erasmus, Locke, Freud, Piaget, Erikson vb.). Bu açıdan ele aldığımızda bir okulöncesi öğretmeni olarak, içimizde bir öğretmen olduğu kadar- içimizdeki çocuk tanımından yola çıkarak- karşımızda da sabit, değişmeyen bir çocuğun olduğunu söyleyebiliriz.
Kısaca okulöncesi öğretmenleri olarak bizler, kim olduğunu, neleri yapabilip, neleri yapamadığını ya da yapmaması gerektiğini, ihtiyaç duyduklarını ya da uzak durması gerekenleri, bilmesi ve öğrenmesi gerekenleri, neyi neden yaptığını, neden yapmadığını çok iyi bildiğimiz çocukların; neyi, nasıl yapması gerektiğini çok iyi bilen ve uygulamakta olan, erken çocukluk eğitiminde ihtiyaç duyulan bilgi donanımına sahip, çocuğu tanıma ve değerlendirme yöntemlerine hakim öğretmenleriyiz.
Ya da öyle miyiz?
Çocuğun kim olduğunu çocuklardan dinledik mi?
Öğretmenin kim olduğunu ve neleri yapıp neleri yapmayacağını çocuklara sorduk mu?
Çocukların neleri yapıp, neleri yapamadıklarına odaklanmak yerine çocukların çevrelerindeki dünyayı nasıl gördüklerine, neye önem verdiklerine kafa yorduk mu?
Çocukların potansiyellerine ve gelişimlerine odaklandığımız kadar içinde bulundukları anda ne yaşayıp, ne düşündüklerine, ne hissettiklerine odaklandık mı?
Çocukların kim olacağını düşünmek yerine çocuğun kim olduğunu fark edebildik mi?
Hayata dair bilgi ve deneyimlerimizi çocuklara aktarmaya çalışmak yerine, hayatın çocuklar tarafından nasıl göründüğünü öğrenmek, hayatı çocuklardan dinlemek istedik mi?
Çocuklara cevabını bilmediğimiz sorular yönelttik mi?
Çocuklara öğretmek yerine çocuklardan öğrenmeyi istedik mi?
Dahası, kendimizi sorguladık mı?
Bir öğretmen olarak en rahat çalışma günümüzü veya sınıfta en zorlandığımız anlarımızı ve nedenlerini kendimizi mercek altına yatırarak gözden geçirdik mi?
Başka bir ihtimal daha olabilir mi diye sıklıkla düşündük mü?
Gördüğümüzü ya da bildiğimizi sandığımız şeyi eksik görme ya da yanlış görme ya da sadece bizim öyle görme ihtimalimizi göz önünde bulundurduk mu?
Eğitimin her kademesinde olduğu gibi okulöncesi sınıfları da bir güç ilişkisi ihtiva eder. Güçlünün ve güçsüzün, bilgilinin ve daha az bilgilinin, gelişmişin ve daha az gelişmişin, otoritenin ve itaat etmesi gerekenin belirli olduğu, belirli sınırları, kuralları, olmazsa olmazları, kabul edilemeyenleri veya tahammül edilebilenleri olan. Bizler sınıflarımızdaki bu güç ilişkisinin farkında olduk mu? Bu güç ilişkisini nasıl tanımlarız? Neye benzetiriz? Terazinin kefelerine mi yoksa parktaki bir kaydırağa mı?
Kırmızı çizgilerimiz, olmazsa olmazlarımız, başarı kritelerimiz, ulaşmaya çalıştıklarımız veya tahammül edemediklerimizin listesini yapacak olsak listemizi nelerle doldururuz?
Aynı listeyi çocuklara doldurtacak olsak nasıl bir listeyle karşılasırız?
Kısacası içimizdeki öğretmeni ve karşımızda (var olduğunu düşündüğümüz) çocuğu ne kadar tanıyoruz?
En önemlisi tanımak istiyor muyuz?
Unutmamalıyız ki bizleri başarılı kılacak olan ve mükemmele götürecek olan bildiklerimizdense bilmediklerimizdir. Yeter ki bilmediklerimizi, üzerinde düşünmediklerimizi, fark etmediklerimizi ele almaya karar verelim. Bütün bu sorular ve sadece kendimize yönelteceğimiz benzerleri, bizlere içimizdeki öğretmeni tanıma ve onunla işbirliği yaparak karşımızdaki her bir çocuğu dinleme, anlama ve tanıma imkanı verebilecek önemli bir kaynak olduğunun farkına varalım.
Okulöncesi öğretmenliğine, ve dolayısıyla çocuğa ve çocukluğa bakış açısınızı değiştirecek olan çocukların kendisidir. Yeter ki kulak vermesini bilen yetişkinler olmayı becerebilelim.